bir sürü haller içinde...

31 Ocak 2014 Cuma

ulaştan (yinebilmemkaçkare)

Sabah yanımda takılıyoruz, gözümü gösteriyor: gööö, kaşımı gösteriyor: kaa, burnumu gösteriyor unum, ağzımı gösteriyor aııç, kulağıma uaaa, (adını da öyle söylüyor uaa :)) Şaşkına döndüm, konuşmayan evladım bir anda dile geldi.. Zaten hep sabahları dilleniyor bizim düdük :))

Çöp kovasını tutmuş taşıyor, bir baktık yatak odasına götürmüş, ışığa boyu ermiyor ya, ışığı açacak orada oynayacakmışşş..

Televizyonda şirinler var.. Açık ama izlediğimiz yok, oyun oynuyoruz ailece.. Hele Ulaş, baktığını bile sanmıyoruz.. Yanılmışız.. Bir anda koşa koşa oyuncak sepetine gitti aradı taradı, Şirin Babasını buldu.. Aldı, geldi, oturdu.. :))

29 Ocak 2014 Çarşamba

bye bye love, bye bye meme

Artık Ulaş memeyi bıraktı diyebilirim galiba.. Emmeyi bırakması 15 gün civarıdır da aklındaki memeyi bırakması, memeyi bıraktığını kabul etmesi açısından memeyi bıraktı demek için biraz bekledim..
Evet hala arada memeee, emmmeee şeklinde yoklama çekmiyor değil, o ayrı... Hayır emmiyoruz artık deyince arıza çıkarmıyor ama..

Meme anne- çocuk arasında kurulan en belirgin bağ galiba.. Doğumun hemen peşi sıra gelen ve de pavlovvari keyifler/sıkıntıların çözümü ile sonuçlanan, anneyi çocuğa, çocuğu anneye bağlayan muhteşem bir ilişki/iletişim.. Çocuk zamanla bağımsızlaşıyor, emekleyip uzaklaşıyor, yürüyüp kendi yoluna gidiyor, hatta karnını başka şeylerle doğurup sıkıntıyı başka yollarla çözüyor ama hep arada bir garanti var MEME!! Her iki taraf için de garanti bu.. Çocuğun bağımsızlaşması doğum sonrası ilk etapta olduğu gibi korkutucu bir durum, üstelik gelişim ne kadar arzu edilir olsa da üzücü.. tek olmaktan uzaklaşmak ciddi ego yaralanması.. Memeye sahip olmak, meme için -her halükarda- sana gelineceğini bilmek de bir rahatlama yaratıyor anne açısından.. Çocuk için de ne kadar karın tokluğu dış kaynaklardan sağlansa da, meme anneyle arada kalan son bağ.. koşulsuz sevginin, ayrığın imkansızlığının sembolü bir açıdan..

28 Ocak 2014 Salı

alışmakkkk

Yaklaşık 2 yıl oldu, şu annelik mesleğinde bulunmam ama halen kendimi "anne" görmüyorum desem yalan olmaz.. annelik kim ben kim diyorum zaman zaman.. Daha doğumdan önce üzerine annelik çöken kadınlara da hastayım.. O özgüvene, o sevgi ve şefkat kelebekliğine, o sorun çözücü bilgeliğe.. Yok arkadaş bende yok öyle bir nirvana.. Belki de anne olması uygun olmayan bir kadındım da yanlışlıkla gönderildi bu velet bana..

Kendimi halen bir çocuğun annesi olarak göremiyorum.. Sevgi tabi ki anlatılmaz, ilgi bakım sorumluluk elimden geldiğince.. Ama sanki ne bileyim hala alışamadım ben.. Aklım sürekli onla meşgul olsa da sanki annelik daha fazlasıymış gibi geliyor.. Onun bana annea demesi, peşimden ayrılmaması, onu uyutmak yedirmek altını almak vsvsvs.. Bilişsel, motor, ahlaki, duygusal gelişimini düşünmek.. Geleceğini planlamak.. Hayalini kurmak, onu bu hayallere köle etmeden..


24 Ocak 2014 Cuma

sözcükler sihirlidir

Küçükken sözcüklerin sihirli bir gücü olduğuna inanırdım..Bir şeyin var olabilmesi için adının olmasına ihtiyacı olduğunu düşünürdüm (tersini düşünmezdim ne yalan söyleyeyim :)

Küçük şeylerin tanrısı'nı okurken bu his yeniden canlandı içimde.. Öyle lezzetli sözcük oyunları, öyle güzel cümle kuruluşları vardı ki, tadı damağımda kaldı desem yalan olmaz.. Sözcükler sihirlidir, kullananın elinde güç kazanır cümleler..

"Arundhati Roy, İngilterenin en saygın edebiyat ödülü olan Booker Ödülünü 1997 yılında Küçük Şeylerin Tanrısı adlı romanıyla aldı. Lirik bir dille, şiirsi bir anlatımla, bir söz-büyücü gibi kullandığı sözcüklerle, yasak bir aşkın çökerttiği bir ailenin soluk kesen dramını anlattı. Varlıklı bir Hindu ailesinin güzel kızı Ammu, ailesinin yanında çalışan bir işçiye aşık olur. Önüne geçilmez, kural tanımaz, tutkulu bir aşkla bağlanırlar birbirlerine. Oysa genç adam Dokunulmazlar sınıfındadır, toplumun en alt kademesinden. Sonu olmadığını bildikleri bu aşkta Küçük Şeylerle le yetinirler, geleceği düşünemezler. Genç kadının ayrıldığı kocasından olan biri kız, biri erkek ikiz çocukları bu aşkın doğal tanıklarıdır. Olaylar, birbirinden ayrılmayan bu çift yumurta ikizlerinin çevresinde döner, kızın gözüyle anlatılır. Arundhati Roy, geriye dönüşlerle örüyor kurgusunu ve beklenmedik, dehşet verici sona ulaştırıyor. 1960lı yılların sonunda, Hindistanın güneyinde geçen bu öyküde, arka planda İngiltereden bağımsızlığını yeni kazanmış, siyasal çalkantılar içindeki bir Hindistanı, Kast Sisteminin ürkütücü koşullarını ve toplumsal tabuları buluyoruz. Hindistanda yayınlandığında, Hristiyan bir Hindu kadınıyla alt kasttan bir erkek arasındaki aşk ve aşk sahneleri Hint gelenek ve göreneklerine aykırı düştüğü için büyük tartışmalara yol açan Küçük Şeylerin Tanrısı bir solukta okunan unutulmaz bir roman." diyor D&R'ın kitap tanıtımı, Can yayınları arka kapakta kastlar arası aşk'a vurgu yapıyor..

22 Ocak 2014 Çarşamba

Ulaş'tan (yineyineyine)

Mutfaktayım, aspiratör açık, makina çalışıyor, gürültü mü gürültü.. Kapının önünde zıplamaya başladı: Önde gedi, önde gedi.. Ciddi mi acaba dedim, baktım salonda kimse yok, kapıya gidiyorum bir taraftan da Ulaş'a soruyorum, nerde baba annecim, gelmemiş.. Baktı anlatamıyor.. Yumruğunun tersiyle kapıya vurmaya başladı.. Kapı çalmış. Önder gelmiş olmalı :) evet gerçekten Önder kapıyı çalıyormuş :)

Anneanne dede geldiler, iki gün oyun aradaşı anneannesiyle bol bol oynadı Ulaş.. Gidecekler, anneannenin elini tutmuş, hırsla dedeye el sallıyor.. O gitsin de anneannesini bıraksın. Baktı olmuyor bastı yaygarayı.. Yine gelecekler  ama böyle yaparsan üzülürler, bir daha gelmek istemezler dedim (valla dedim), bir an yüzüme baktı ve dudak bükük de olsa ağlamadan el salladı..

13 Ocak 2014 Pazartesi

zorba

Okuduğum, çok iyi, çok etkili kitaplarla ilgili yazmakta genelde zolanıyorum.. Bundandır parfümün dansını es geçmem.. Okadar şahaneydi ki.. Dili, anlatımı, öyküsü, hissettirdikleri, düşündürdükleri, dönüştürdükleri... Çok etkiliydi.. Bundandır hakkında konuşamam fazlaca.. Diyen o kadar iyi demiş ki, diyecek hiçbir şey bırakmamış geriye sanki.. ağanın pohunun üstüne poh olur mu :)) İşte bazen ifade edilemeyen duygular gelebiliyor bünyeye.. Öyle tam tarifi, tanımı, ifadesi olmayan bir his. Parfümün Dansında da yaşadığım buydu.. Tariften öte bir tat.. Belki koku olduğundan :)) Kokuları tarif etmede hep daha çok zorlanırım zaten..

Ama Zorba'ya dair iki çift kelamım var... Zorba da anlatım olarak müthiş lezzetli bir romandı ayrı.. Zorba'yı karakter olarak ayrıca sevdim o da ayrı.. Yani her günü tadına vararak yaşamak, her çiçeği, ağacı, kuşu, böceği, insanı görerek sevmek, hergün yeniden.. Müthiş bir yaşama aşkı.. Dans olmak, müzik olmak, sohbet olmak, insan olmak.. Çalışırken tüm benliğinle çalışmak, sevişirken tüm ruhunla sevişmek.. Geriye tek bir düşünce bırakmadan.. Dünya sanki bir tabak yemekmiş de dibini sıyırana dek yemek lazımmış gibi.. Tanrı ve şeytan hakkındaki görüşleri de ayrıca eğlendirdi beni..

Bambaşka bir karakterdi Zorba.. Aşk ve kavga dolu.. Zaten dil o kadar şiirsel, o kadar etkiliydi ki öyküyü kendinden bile götürür giderdi..

Ama!!! İçimdeki feminist kıl oldu tabi Zorbanın kadınlar hakkındaki görüşlerine.. Aciz, zavallı oluşlarına, cinselliğe aç erkek beklemelerine.. Durup durup kavga ettim Zorbayla.. :)) (evet manyak bir tarafım var, kitap karakterleri ile kavga ediyorum :) Pek çok konuda zamanının üstünde olan bu cahil/bilgenin kadınlar hakkında bu kadar sığ kalması beni çıldırttı.. Sorunum kazancakis'le değil valla.. Onun ne düşündüğü ile ilgilenmiyorum, benim sorunum Zorba'nın kendisiyle :)) Erkegin erkelik işleri varmış, bir de kadınla olan işleri.. pehpehpeh. Kadın ilgi ve cinsellik bekleyen bir alt türmüş de erkeğin dünyanın düzenini sağlama/bozma işleri arasında onunla da ilgilenmek gibi bir işi varmış gibi gibi anlatımlar.. Bana baksana sen zorba efendi!!! :))

Kadın-erkek ilişkileri dışındaki tüm felsefelerinde çok derin, çok bilge bir örgü var Zorba'nın.. En hoşuma giden yaklaşımı şu oldu: diyor ki eskiden bakardım şu bulgar, şu türk, şu rum vs, şimdi bakıyorum iyi insan mı kötü insan mı. hatta yaşlandıkça ona bile bakmaz oldum.. Şimdiye kadar niye elime geçmemiş, nasıl atlamışım bilmiyorum.. Bu kadar geç okuduğum için çok üzüldüm, daha önce tanışsaydım bu zorbayla fena dalardım ama :)) Yaşadıklarımdan öğrendiğim bir şey var'da diyor ya behramoğlu yaşadın mı yoğunluğuna yaşayacaksın bir şeyi işte zorba bunun nasıl becerileceğini gösteriyordu..

9 Ocak 2014 Perşembe

şimdi haberler...

Daha henüz ortaokul hazırlık snıfındayken Antalya'ya tatile gitmiştik ailece.. Orada yaşlı bir Alman çiftle tanıştı bizimkiler..Her yemekte birlikte oturuyor sözel dilden çok vücut diliyle kopkoyu sohbetler ediyorlardı.. Senelerce mektuplaştılar bile, birbirlerinin dillerini bilmeden.. Alman teyze mektupları bir Türk komşusuna tercüme ettiriyordu, annem de halasının kızına.. Bir şekilde birbirlerinin hayatlarında yer aldılar, yıllarca, bir daha hiç görüşmeden..

6 Ocak 2014 Pazartesi

etiket meselesi

Etiketler iyidir....

Önyargılar gereklidir....

Sosyal psikolojide çok tartışmıştık bu mevzuyu.. Pragmatik bir yaklaşımla evet, gereklidir, önemlidir.. Hız kazandırır en temelde.. Ve hız da enerji ve zaman tasarrufu demektir.. Ama mesela bir psikolog olarak teşhisi bile sevmem..

Velhasıl, hiç sevmiyorum etiketleri. İnsanları sınırları belli kalıplarla isimlendirmeyi, onları orada konumlandırmayı sevmiyorum. Hatta bazen etiketler sanki o kalıplarda kalmaya, oraya göre eğilip bükülmeye bile neden olabiliyor.. Sadece insanları mı?? Kitapları, filmleri, hiç hiçbir şeyi etiketlemeyi, sınıflandırmayı sevmiyorum..

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...