bir sürü haller içinde...

6 Şubat 2015 Cuma

bir ankara hikayesi

Bizim büyük çaresizliğimizi almamın, baygınlık geçirecek hale gelmeme karşın bırakmayıp bitirmemin altında yatan tam olarak buydu: Ankara..

Ankara.. Kimilerinin denizsiz diye, kimilerinin bürokratik diye, kimilerinin gri diye, kimilerininse belli bir sebebe bile dayandırmadan sevmediği, ama çoklarının sevmediği ankara..

Ankara benim hayatımda çok önemli bir mihenk taşı, çok sevgili bir anıdır.. İstanbul vs Ankara'dır hep insanların kafasında.. Benim böyle bir kıyaslamam olamadı, zira Ankara'da yaşarken kafamdaki İstanbul imgesi karmakarışıktı.. Birkaç tiyatro gösterisi, birkaç beşiktaş maçı ve gündüz gidilen, sıkıcı geçen bar anıları dışında birikimim yoktu.. Oysa Ankara yaşamışlıktı. Ankara özgürlüktü.. Sinamaydı, sakaryaydı, yükseldi.. Ankara denize çıkacakmış hissi veren denizsiz sokaklardı.. Ankara tüm memuriyetine inat sabahı bulan
gecelerdi.. Ankara son ODTÜ dolmuşunda bir dolmuş insanla birlikte şarkı söyleyip göbek atmaktı.. Ankara güven içinde huzurla tozutabilmekti.. Daha sonra bir kıyaslama yapabileciğim kadar anı biriktirdiğimde İstanbul'da ise artık ortada ciddi bir haksız bir rekabet vardı.. Çünkü Ankara çocukluğum, büyüyüşlerimdi.. Çocukluğumu sever gibi seviyorum Ankara'yı hep güzellikleri ile.. O yüzden kıyaslayamıyorum.. Ama sebepsiz değil Ankara'nın adı geçtiğinde, TV'de sakaryayı, kızılayı, karanfili, yükseli gördüğümde gözlerimin dolması..

Ankara'ya ilk ilkokul son sınıftayken annemi ziyarete gitmiştik.. (annem yarım bıraktığı üniversite eğitimini bir süresi yüzyüze olmak üzere extern denilen bir sistemle bitirmişti ve bir yazı Ankara'da geçirmişti, biz ailece okumayı bitiremiyoruz :) Belki anneye kavuşmanın mutluluğu ile o kadar sevdim Atakuleyi, kuğulu parkı, AOÇ'u.. Yüksel'deki heykellere şaşkın bir hayranlıkla bakmam heykel görmemişlikten değildi.. Ama yaşayan heykeller, birlikte yemek yiyebildiğim, yanına oturduğum heykeller.. İşte bu yeniydi..

Sonra birkaç kere daha gittik Ankara'ya.. Daha resmi yüzüyle tanışmaya.. Okul gezilerinde.. Hep sevdim.. Gittiğim her yeri, köyden indem şehire havasıyla büyük bir hayranlık ile gezdim.. Ankara entellektüelite oldu gözümde..

Üniversiteye hazırlanırken ODTÜ diye tutturmamın, tüm öğretmenlerimin, anne-babamın ısrarlı boğaziçi ve İstanbul önerilerine sırtımı çevirmemin nedeni bu ilk aşktı.. İstanbul benim için karışıktı.. Karmaşaydı.. Ankara umuttu, hayaldi, aşktı..

Sonra 5 sene Ankara.. 5 güzel sene.. Çocukluktan yetişkinliğe geçişin o hengameli döneminde, tüm gözyaşlarımı, arayışlarımı, şaşkınlıklarımı, şımarıklıklarımı, sevinçlerimi Ankara'nın karlı sokaklarına sakladım.. ODTÜ'nün tepesinden şehre bakıp deniz hayalleri kurmak bile beşiktaştan kız kulesini izlemekten daha büyük keyifti..




İşte bizim büyük çaresizliğimizde hep bunu aradım.. Benim Ankara'mı üstelik çok müsaitti.. iki çocuk dost.. Şaşkınlıkları ve yalpalayışlarıyla.. Büyüyemeyen, büyümeye direnen sorumluluk alan ama bir noktada çuvallayan iki yoldaş.. Çok çok çok tanıdık..

Ama bulamadım.. Ne benim Ankaram vardı kitapta, ne dostluğum, ne çocukluğum.. Belki bundan bu kadar hayalkırıklığı yaratması..

Ama.. Arka kapakta "Barış Bıçakçı, bu çağa özgü lâf kalabalığından; dil, duygu, düşünce kirliliğinden paçalarına tek damla çamur bulaştır­madan çıkabilen, şaşırtıcı bir içışığı cömertçe yayan bir ya­zar. Nefes alır gibi, su içer gibi yazıyor" demişler.. Demişler de ben çok basit buldum anlatımı.. Öyle şaşaalı, şatafatlı cümleleri, aforizmaları seven bir insan değilim üstelik.. Ama sığ kalmış hissi yarattı anlatım bende..

Konuysa çok klişe, çok gereksiz geldi.. Sıradan bir konu derinleşemeden yüzeyde bir yerlerde, hiç bir noktaya dokunamadan geçip gitti kafamdan.. Aslında klşe konuların da derinlemesine yazılabileceğini düşünürüm (nitekim klişe olmayan kaç konu kalmıştır ki yeryüzünde).. Ama bence olmamış.. İçine giremedim.. Çetin de Nihal de hatta Ender bile sığ, yüzeysel karakterler olarak kalmış kanımca.. Onlarla -okuyucu olarak- bağ kurmamı sağlayacak bir duygusal tanımlama yakalayamadım.. Çok sıkıldım.. Çok çok sıkıldım.. Aşkı hissedemedim.. Ki bence bir kitap anlattığını hissettirmelidir.. Bunu da karakterleri aracılığı ile, onların psikolojik ve duygusal dünyasını bana -okuyucuya- ulaştırarak yapabilmelidir.. Ben o hissi alamadım..

Bizim büyük çaresizliğimiz, Barış Bıçakçı'nın okuduğum ilk kitabıydı.. Başka kitabını almayı düşünmüyorum.. Rastlarsam, fırsat bulursam okurum tabi..  :))

Seveni çok.. Ben belki dediğim gibi benim Ankara'mı aradım.. Tanımadığım bir şehirle karşılaştım.. Bunun hayalkırıklığı ile böylesine dışarda kaldım.. Belki..

Ama çok sevdiğim bir cümle var kitaptan: "okumak kimisine yazmayı öğretir, bana yazmamayı öğretti"

Bana da :))) Oysa ki ne çok yazdım Ankara'da..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Teşekkürler....

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...