bir sürü haller içinde...

7 Mart 2016 Pazartesi

gezdik, gördük vol.2: Paris

Ooolala....

Üç saatlik bir tren yolculuğu sonrası Paris'teyiz.. Paris bizim beklediğimizden daha rahat, sanki biz daha huzursuzuz..(ya da ben mi demeli? :) Ama çabuk geçiyor bu hal, Fransızcanın şiirselliği içinde kulağıma çalınan tanıdık kelimeler, hatırlamanın keyfi kendime getiriyor beni.. Döner dönmez yeniden başlamalı Fransızcaya.. diyorum kendi kendime (halen araştırmadım bile o ayrı :))

İlk iş yine metro için kart al, bizi otele götürecek metroyu bul.. Gardan yerin altına indiğimde iki duygu oluşuyor içimde bir korku ve endişe.. Bu nasıl bir karmaşa, nasıl çıkacağız bu işin içinden, niye böyle koşturuyor insanlar, ya İngilizce cevap vermezlerse.. İki hayal kırıklığı.. (evet evet doğru okudun okuyucu, Paris'e gelip de hayal kırıklığı hisseden bir insan var burada- tabi ilk etapta :) Yolun sonunda İstanbul'u bulacaksak, kaçtığımız İstanbul'u, yola çıkmanın anlamı ne dedim kendi kendime.. Önder'e çaktırmamaya çalışıyorum bu duyguları ama yüzüne baktığımda aynı hisleri okuyorum onda da..

Daha Paris'e gitme düşüncem bile yokken çok şey duymuştum Paris metrosu ile ilgili.. Ama anlatılanlar çok çok yetersizmiş.. Öyle bir yer ki Paris metrosu nükleer savaş çıksa tüm Paris oraya inip yaşayabilir.. adeta yerin altına karıncalar gibi şehir yapmış adamlar.. Tabi bu şehirde yolunu bulmak ilk etapta zor ve ürkütücü.. Ve evet galiba yani, hepsini görmedim sonuçta, ama söylenen doğru: tüm metropoller birbirine benziyor.. ve bizim kaçtığımız hep kaçmak istediğimiz de metropol İstanbul, yoksa tepeden baktığımız muhteşem İstanbul değil :) Tabi bunu anlamam için Champs Elleyses'e de yürümem gerekti..

Otel, girer girmez kendimi bir Fransız filminde hissetmeme neden oldu, resepsiyondaki teyze, lobideki amca, bavullarımızı zoruna sığdırdığımız asansör ;) hatta sabah kahvaltısında bu duygum daha da pekişti.. Kahvaltı ne kadar Fransız'sa (kahve, kruvasan ve garip gureba bir marmelat :) kahvaltıyı veren teyze, ortam ve dahi ortamda bulunan insanlar da o kadar Fransızdı.. Neyse hızlanmayalım, otele yerleşip dışarı attık kendimizi.. Yemek yemek için bir yer planlamıştık ama hem saat hem de açlık halimiz nedeniyle en yakındaki pizzacıya girmek daha akıllıca geldi.. Burada hayal kırıklığımız hafiflemeye başladı aslında, yan masada oturup pizza ve şarabının eşliğinde faturalarını inceleyen teyze Ulaş'ın tacizleri ile bizimle sohbete başlayınca Champs Elleyses'e gidip Noel süslemelerini ve oraya düşündüğümüzden çok daha yakın olduğumuzu anlatınca yorgunluk yerini heyecana bıraktı.. Yemeğimiz biter bitmez atladık yine metroya ve Champs Elleyses.. Orayı gördüğüm an ne hayal kırıklığı kaldı ne endişe.. Evet dünyanın en sevdiği şehirdeyim dedim.. ve evet çok güzel ;)

F.Roosevelt durağından zafer takına kadar yürüdük.. Sonra da geri.. :)) Yol boyu içimize işleyen Noel ruhu yolun sonunda tatlı bir sürprizle doruğa çıktı.. Noel Marketlerrrrrr:))) Üstelik daha girişinde şirin mi şirin bir carousel.. Önce Ulaş bey carousele bindi sonra biz ;) Şaka şaka bizim için bir carouseldi zaten çikolatalar, sıcak şaraplar, sesler, kokular ve renklerle dolu tezgahlar (yani benim için öyleydi :) Bu arada ertesi gün yemek yiyeceğimiz yeri de bulmuştuk: Leon de Bruxelles.. Enfes midyeler ve patates kızartması ve şık, Fransız ambiyansıyla çok keyifliydi..


Miss gibi tarçın kokulu sıcacık şarabımızı içerken (yani ben şarap Önder Bier de Noel, Ulaş da sıcak çikolata içerken) Paris havasına girmiştik bile.. Parisien beremi almamla da tam oldu (gerçi 3. gün kazıklandığımı fark ettim ama Önder'in 3 gündür takıyorsun işte boşveeer söylemi neşemin kaçmasını engelledi :)


Sonra Paris havasını ve Noel ruhunu yüreğimize, çikolata ve şaraplarını (bira tabi Önder için) midemize doldurup otelin yolunu tuttuk gerisin geri..

Ertesi sabah bahsettiğim Fransız filmi havası ile karşılaşıyorum yemek salonunda.. Servis yapan orta yaş üstü bir teyze, masalarda yaşlı amcalarla şakalaşıyor, bir çift mırıl mırıl konuşuyor, herkes birbirine gülümsüyor bonjour'laşıyor.. Planımız evvela Louvre Müzesi.. Tamam o kadar sanatsal algıları yüksek bir aile değiliz belki gelmişken de Mona Lisa'yı görmeden dönülmez sonuçta..




(anlarmışım gibi çek, ayatım :)

Louevre Müzesi Paris'in çocukla yaşanabilir bir şehir izlenimi yaratan tek anıydı.. Zira metrolarında bebek arabasını sırtında taşımaktan Önder'in iflahı kesildi.. Asansör yok, yürüyen merdiven yok, arabayı geçirecek yer bile çok ender.. Neyse Louvre'un piramidine bakıp giriş sırasını incelerken birisi bize seslendi, döndük ki güvenlik, tabi Paris yeni patlamış, güvenlik önlemleri had safhada n'oluyo lann olduk bir an.. Ama meğer bizi asansöre bindirmek için çağırıyormuş, Asansör de asansör hani, açık yuvarlak deri minderli yaslanma yerleri falan kendimizi bir an VİP hissettik :)) Asansörden inince bilet gişeleri ile karşı karşıya geldik.. Sıra?? Sırayı bypass edivermiş 2 dakikada :))Elimize broşürü-haritayı alıp şaşkın kalakaldık.. Nerden başlamalı? 3 gün gezsen bitiremezsin Louvre'u hatta sanat aşığı, uzmanı falansan aylarca gezmek lazım ama bizim vaktimiz az.. Harita bizim gibi geldik, görmeden gitmeyelimciler için de düşünülmüş.. Her blokta ünlü ne var, görülmesi şart?! ne var göstermiş sağ olsun.. Mısırdan başladık, MonaLisa falan gezdik.. Ben müze severim aslında.. Yaşanmışlıklarını severim müzelerin.. Resimden pek anlamam, hele ki dini semboller bana epey uzak.. Gözüme çok güzel gelenler oldu elbette ama hiç birinden Napolyon'un dairesi kadar etkilenmedim..




Louvre'dan sonra Tuileries Garden'ı seyrederek Dorsay'ın önünden geçip, birbirinden güzel binalara, köprülere (özellikle 3.Alexander köprüsüne hayran kaldım) baka baka Eyfel'e kadar yürüdük.. Görünen köy kılavuz istese de, Önder yürümekten mütemadiyen şikayet etse de, Ulaş arıza üstüne arıza çıkarıp bizi perperişan etse de, çok keyifli bir yoldu yürüdüğümüz.. Yol üstüne mola ve kahve, sandviç, kek atıştırmalıkları, kilitli köprü pont des Art'a kilit takıp aşkımızı kilitleme operasyonları derkeeeeen.. Eyfel :))



Gün ışığında pek bir şeye benzemeyen, akşam ışıklandırıldıktan sonra alameti farikası açığa çıkan "demir yığını".. Ama tepesinden Paris çok güzellll..



Bir süre Paris'i seyrettikten sonra yine bir Noel market gezintisi yaptık.. Eifell'in etrafında biraz yürüyünce hava kararayazdı.. Ee ışıklandırılmış Eifell'i de görelim dedik ve Champs Elleyses yönü olduğunu düşündüğümüz yönde Pantheon'un önünden geçip, Eifelli seyrederek yürüdük.. Evet epey yürüdük :))


Sonunda Chams Elleyses'e ulaştığımız da tanıdık görmüş gibi sevindik.. Leon de Bruxelles'te -bir gün gecikmeyle- midyelerimizi yuvarladık.. Sonra Ulaş Beyin özel isteği ile -tatilde yenenden bir şey olmaz diyerek- pamuk helva alıp noel marketleri talan ettik..

Ben anladım ki bu Noel marketler tam benlik.. Anladım ki dememeliyim zira tahmin ediyordum.. Çünkü yazları kurulan akşam pazarlarını da kaçırmam katiyen..


Sonra yine akşam, yine sabah, yine film havası :))

Ertesi gün Paris'teki son gün ve yapacak hala çok şey var.. Biz daha kahvaltıyı bitirmeden Önder kalktı disney store'a gitti disneyland bileti almak için. Zira üç gündür ne zaman gitsek bilet satışı bitmiş oluyordu.. Christmas Eve olduğundan (tabi biz pek de haberdar değiliz) heyecanlı bir şekilde biletler ve disneyin anahtarı ile geldi biz tam da hazırlanmışken.. (Uzun uzun anlatacağım disney kısmında-ayrı bir yazı lazım ona)

Evvela mezarlık ziyareti.. Pere Lachaise.. Yılmaz Güney ve Ahmet Kaya'ya bir selam verdikten sonra, ver elini Montmartre.. Bekle beni Amelie modundayım bu esnada..


Tabi teleferikten çıkar çıkmaz Sacre Coeur'un büyüsü sarmaladı bizi.. Bir taraf muhteşem Paris manzarası, öbür taraf heybetli Sacre Coeur.. Tabi bu huzurlu hayranlık fazla uzun sürmedi.. Bizim aval aval etrafı seyretmemizden fırsat bulan tosbağ bir anda zıvanadan çıkıp sokağın ortasında koşturmaya başladı, sonra da yolun ortasına oturuverdi zırıldayarak, neymiş o taraftan gidecekmişiz.. Oğlum kalk kalkmaz, oğlum kalk gidiyoruz kalmaz.. Elimiz kolumuz dolu, bir de karşıdan araba gelmesin mi, nevrim döndü o hırs ve güçle ayağımı totosunun altına koyup ensesinden tuttuğum gibi yol kenarına koyuverdim zıpçıktıyı.. İşte o an, güvenlik görevlisiyle göz göze geldim.. Bir şey değil çocuk istismarından Fransız hapishanelerine gideceğiz.. Off Ulaş off.. :)) Neyse acilen ve çaktırmadan olay yerini terk ederek, Amelie'nin evinin olduğu yerlere doğru yollandık..



Ressamların olduğu sokağa girer girmez etrafımızı bir ordu sardı.. Ulaş'ın resmini yapmak istiyorlar.. Böyle durumlarda çok rahatsız olurum.. Zaten oraya giderken aklımızda vardı ama böyle insanın üstüne üstüne gelindiğinde heves kaçıveriyor.. Hele bir de paşa demediler mi Ulaş'a.. ıyyyyy.. Şurda bi kahve içelim dedik o sırada yanımıza gelen bir Makedon Amcayla anlaşıyoruz Ulaş'ın resmini çizmesi için.. Tabi bu pek kolay değil, Ulaş tospiği kıpır kıpır kıpırdanıp, bitiyor mu der dururken. Neyse sonunda resim de kahveler de bitti.. Sokakları dolaşmaya başladık.. Ağzım bir karış açık.. Sanırım Montmarte Paris'te en sevdiğim yer oldu (disneyi saymazsak) sanatçıları, manzarası, dükkanları.. Paris'te ruhuma iyi gelen yerlerden biri :))


















Yolun sonunda da çikolata müzesi tatlı bir sürpriz olarak bizi (öhöm beni) bekliyordu..

Ama daha yapılacak o kadar çok şey vardı ve biz planların o kadar gerisindeydik ki koşturarak aşağı indik ve metroyla Notre Dame'a gittik.. Metrodan inince miss gibi çiçek kokuları, renk ve görsel bir şölenle karşılaştık.. Duyularımızı bir miktar şenlendirdikten sonra Notre Dame'a doğru yürüdük, dükkanları seyrede seyrede.. Velakin Notre Dame'ın önüne geldiğimizde ufak çaplı bir hayal kırıklığı yaşadık.. Tam olarak anlayamadığımız -galiba otel çalışanlarının bir protestosu nedeniyle- polis kordonu ile çevrili ve giriş yok:(  Biz de çevresinde turlayıp binanın görkemine hayran oluyoruz n'apalım :) Arka taraftaki parkta biraz dinlenip yeniden metro ve Lüksemburg Bahçeleri..


Dedim ya son gün ve yapacak çok şey var.. Ama zaman biz farkına varmadan akıp gidiyor.. Lüksemburg Bahçelerinde doya doya gezmeye vakit kalmamış, bir de uykudan uyanan Ulaş çiş diye tutturunca biraz dolanıp tuvalet arayışına giriyoruz, o da ne güvenlik düdük öttürüp duruyor.. Neyse bari görmüş olduk diyoruz ve yemek ve tuvalet molası veriyoruz..



Daha sonra yine metro ve opera binası.. hava kararmaya başladı bile.. Opera binasının önünde oturup sokak müzisyenlerini dinleriz biz de.. Sonra da şaphane binaları, görkemli yapıları, ışıl ışıl sokakları seyrederek yürüdük.. Yemek yiyecek bir yerler aradık ama bir türlü denk gelemedik.. Biz de yine :) Chaps Elleyses' e geldik.. Hadi şurada bir şeyler yiyelim, bi sıcak şarap içelim dedik.. İyi ki de demişiz.. Daha elimizdeki sandviçler bitmeden baktık millet tezgahları topluyor, hayırdır dayı dedik e christmas eve dediler.. Hıı dedik ama anlam veremedik açıkçası Zira en son çocukluğumda görmüştüm bayramda kapalı fırın.. Tonla ekmek alırlardı, bayat bayat yerdik bütün bayram, sonra nöbetçi fırın çıktı, sonra tüm fırınlar açık olmaya başladı.. Ne market gördüm kapalı, ne bi'şey.. Neyse sıcak şarabımızı içip, çikolatalarımızı zulalayıp erkenden otel yoluna düştük mecburen.. Oraya geldiğimizde fark ettik ki, (hayretle) Carrefour da kapalı.. Anaaaa susuz kaldık mı? Neyse faslı cezayirli müslüman kardeşlerimiz vardı da susuz kalmadık, azıcık kazıklansak da.. Ne demişler hemşeri hemşeriyi gurbette...



Ertesi gün en büyük gün.. Disneyland günü.. O da başka yazıya.. Çok uzadı bu :))

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder

Teşekkürler....

Related Posts Plugin for WordPress, Blogger...